Eski Istanbul Kirmizi.jpg

Eski İstanbul'un Mesireleri

Mesire-01 Kücüksu.jpg

Şimdi var olmayan, eski istanbul'un kendiSine özgü köşelerinden biri de mesireleriydi. Bahar mevsimi geldi mi, hafta tatilinin yapıldığı cuma günleri şehir halkı büyüklü, küçüklü, kadınlı, erkekli mesirelere akın ederdi. Erkekler bütün bir haftanın yorgunluğunu buralarda ulu ağaçlar altında sazlı sözlü âlemlerle çıkarırken, kadınlar da kendi aralarında hoşça vakit geçirirlerdi.
Bundan 100 yıl öncesine kadar halkın en çok rağbet ettiği mesireler arasında Kâğıthane, Emirgân, Sarıyer, Büyükdere, Göksu, Fenerbahçe, Beykoz ve Çamlıca başta gelmekteydi. Bugün çoğu tarih sayfaları içinde ve gravürlerde kalan bu eski mesireler, şarkılara, şiirlere konu olmuş, edebiyat ve folklorumuza girmiştir.
İstanbul'un en eski ve en büyük mesiresi olan Kâğıthane'ye, burada kâğıt imalâthaneleri bulunduğu için bu adın verildiğini tarihler anlatır. Fetihten önce burası Cydaris adıyla bilinirdi, İstanbul'un fethinden sonra kalite bakımından dışardan getirtilen kâğıtlarla rekabet edemediğinden bir süre sonra burayı baruthane haline çevirmişlerdi.

Kagithane-Abdullah Birader-1891-92.jpg

Kagithane-Abdullah Birader-1891..

Fetihten sonra şehrin Türkleşmeye başlamasıyle birlikte Kâğıthane de canlandı ve İstanbul'un en güzel mesiresi oldu. Çeşitli padişah zamanında, fakat bilhassa Lâle devrinde burada yaptırılan kasır ve bahçeler, Kâğıthane'ye büyük önem kazandırdı. Lâle Devri'ne, Kâğıthane'nin altın çağı gözüyle bakılabilir. Çünkü bu devirde bu mesire, en güzel günlerini yaşamış, birbirinden güzel kasırlarla süslenmiş, halkın büyük rağbetini görmüş, ancak bu devrin sonunu ilân eden Patrona Halil isyanı, İstanbul'da pek çok yerin olduğu gibi buranın da yerle bir olmasına yol açmıştı.

YAZIN HALKIN AKIN ETTİĞİ MESİRE KAĞITHANE

Kagithane-Abdullah Birader-1891-92.jpg

Kagithane-Abdullah Birader-1891.

Kâğıthane mesiresi, Kâğıthane deresinin iki yanında, çınar ve kavak ağaçlarının gölgelediği oldukça geniş bir alanı kaplıyordu. Hıdrellez'den sonra, baharın güzel günlerinin başlamasıyle birlikte, halk kayık ve arabalarla, bazen de yaya olarak buraya akın eder, gelirken yiyeceklerini de beraber getirirdi. Ancak hemen herkes Kâğıthane'ye giderken artık gelenek haline gelmiş bir âdete riayet eder, Eyüp'e uğrayıp, Eyyûb Sultan'ı ziyaret eder, erkekler cuma namazını kılarken, kadınlar da türbe bahçesinde bekleşirdi. Namazdan sonra çok geçmez, Kâğıthane bir araba ve kayık meşheri halini alırdı. Kayıkla gelenler derenin iki kenarında, arabayla gelenler ise ağaçlar altında toplanırlardı. Birbirinden gösterişli atlann çektiği saltanat arabaları, öküzler tarafından çekilen, üzerinde Türk motifleri bulunan zarif koçular(öküzle çekilen bir tür araba), burada bırakılır, kadınlar ağaç altlarına birer ikişer yerleşmeye başlarlardı. Derken ihramlar (yün yaygı)serilir, salıncaklar kurulur, yemek çıkınlan açılır, yemekten sonra da dört köşeden çeşitli sazlann sesi, nağmeleri perde perde yükselip etrafa yayılmaya başlardı. Neyler, rebablar, defler, zurnalarla, devrin güzel şarkı ve besteleri birbiri ardısıra söylenirdi.

Kagithane-Abdullah Birader-1891.jpg

Kagithane-Abdullah Birader-1891

HER RENGİN BiR ANLAMI VAR


Bir tarafta şarkılar söylenirken, bir tarafta da 3 çifte, 4 çifte kayıklarla derede piyasa yapılır, feraceler, yaşmaklar ardından, çapkın bakışlar, baygın baygın iç çekmeler, nâme alıp vermeler, laf atmalar, bıyık burmalarla yeni aşklar çiçeklenirdi. Kâğıthane'de her hareketin aşk dilinde bir anlamı vardı. Musâhibzâde Celâl «Eski istanbul Yaşayışı» adlı eserinde bu tür hareketlerden bazılarını bir hikâye havası içinde şöyle anlatıyor:
«... Çeşmenin yanındaki bir kadın, elindeki incili çevresinin bir ucunu düğümleyip avucunda saklıyor, bu hareketiyle çeşmede atını sulamak bahanesiyle temaşay-ı cemâl-i yâra dalan âşıkına «Temkini unutma, mevkiim müsait değildir» diyordu.
«... Yaldızlı mavi koçusunun içinde sakin sakin oturan güzel hanım, elindeki sarı fulyaları koparıp çemenler üzerine atıyor ve âşıkına, "Senin için saranp soldum, harap oldum" demek istiyor. Ağaca dayanıp, mahzun düşünen âşık bu itirafa mukabil siyah tahrirli, al lâleyi bir vaz'ı sadakatkârane ile kokluyor ve âteş-i aşkından yanıyorum» diyordu.
Yine Musâhibzâde Celâl'den, yırtılmış ve ortası yakılmış sarı bir mendilin «derdinden harap oldum, yandım, soldum»anlamını taşıdğını, siyah bir bağ taşıyan bir mor menekşe demetinin, gönderenin üzüntüsünü anlattığını, al rengin aşkı, sarı rengin aşk derdini, pembenin aşk buluşası için kullanıldığını öğreniyoruz. Daha sonraları bu sessiz, sadece bakış ve hareketlere dayanan gönüldaşlıkta Lâle Devri'nde yetiştirilen ve herbiri birbirinden güzel lâlelerin de kullanıldığı görülecektir.
Mesirenin sakinleri hiç şüphesiz ki sadece eğlenmeye gelenler değildi. Bunların yanısıra muhallebici, dondurmacı, şerbetçi, sakız helvacı gibi türlü sanat erbabı da halkla beraber, Kâğıthane'ye giderdi. Daha sonraki yıllarda bunlara çeşitli hokkabazlarla, cambazlar ve hayvan oynatıcıları da eklenmiştir.

Akşamla beraber, Kâğıthane — mehtaplı geceler hariç— büyük bir sessizliğe gömülürdü. Güzel, eğlenceli geçirilen bir günün tadı damakta, tatlı anıları belleklerde, salıncak çözülür, yiyecek sepetleri toplanır, dere, kayıktan görünmez bir hal alır. Kayıklar yan yana, arka arkaya ağır ağır yol alırlardı. Arabalar ise çoktan yolu tutmuş olurdu. Uzun bir araba konvoyu, başlarında sürücüleri, içlerinde güzel geçirilen bir günün yorgunluğunu taşıyan hanımlar olduğu halde, Eyüp'e kadar birlikte yol alınır, sonra oradan şehrin çeşitli semtlerine dağılınırdı.

BİR İNGİLİZ YAZARI KAĞITHANE'Yİ ANLATIYOR

Kagithane-Imrahor Kosku-Abdullah-1891.jpg

Kagithane-Imrahor Kosku-Abdullah-1891.


Kâğıthane yalnız İstanbulluların değil,çeşitlinedenlerle İstanbul'a gelmiş olan yabancıların da dikkatini çekmiş, bu güzel mesireye karşı duydukları hayranlığı çeşitli şekillerde ortaya koymuşlardır. XIX. yüzyılın ortalarına doğru İstanbul'a gelen Miss Julie Pardoe «Yabancı Gözüyle İstanbul» adlı eserinde Kâğıthane'den şu satırlarla sözeder:
«İstanbul'a yakın en güzel yerin Kâğıthane olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Frenkler (yabancılar-Fransızlar) buraya «Tatlı Sular Vadisi» derler. Bu ad şairane olduğu gibi buraya yakışıyor da.
«Pırıl pırıl akan Kâğıthane deresi, vadinin yeşilliği bol bir yerinden çıkar ve yeşil çimenlerin arasında, bir gümüş tel gibi uzanır. Bir nehir kadar geniş değildir. Fakat büyüklüğü ne olursa olsun, başkentin geniş bir sahasında tek akarsu olduğu için büyük bir zevk ve hayranlık konusudur.
«Vadi, her taraftan yüksek ve kurak tepelerle çevrilidir. Derenin bunların arasında yemyeşil ve pırıl pırıl güneş içindeki bir köşeye öyle yan gelip sığınmış bir hali var ki, insan görür görmez buranın bir mesire olarak yaratıldığı kanaatine varır.
«Burada padişahın bir yazlık sarayı ile bir köşkü olduğunu söylememe lüzum var mı bilmem? İstanbul yakınında padişahın yazlık bir sarayı veya köşkü olmayan yer yoktur. Fakat Kâğıthane Kasrı dinlenecek en güzel bir köşedir. Padişah, devlet işlerinden kurtulmak çaresini bulup da kendisine biraz boş bir zaman ayırınca, gürültü ve gaileden kaçarak sık sık burada başını dinler. Beyoğlu'ndan buraya atla gelmek pek hoştur. Tepelerin havası o kadar tatlıdır ki, insan sanki damarlarında yavaş yavaş yeni bir kaynaşma duyar. Vadiye iniş de pek zevklidir. Ayağınızın dibindeki o güzel çayıra bir an önce inmek için âdeta sabırsızlanırsınız.»
Evliya Çelebi, Kâğıthane hakkında kendisine has üslubuyla şunları anlatır:
«Topçular sarayında sakin olurken her şeb, Kâğıthane'de nice yüzbin fişeng-i pürrengîn asumana uruç ettiğini temaşa edip, nice bin top ve tüfek sadasını duyardu. Sonunda, safa ehlinin birinden bu şâdmanlığın sebebini sual ettiğimde ol yâr-ı vefâdar dedi ki: «Ey dert ve eleme duçar olan biçare, aklını fikrini bitirmiş avare. Niçün gam çölünde mecnun gibi mahzun olup Kâğıthane'nin havasını tanımazsın? Bu devlet-i Âl-i Osman zuhur edeli hiç bir teferrücgâh'da bu Kâğıthane şâdmanlığı gibi bir şâdmanlık olmamıştır. Bu bayram yerini görmeyen âdem, rûy-i arzda bir şey görmüş değildir.»

1896 YILINDA YAZILMIŞ MİRAT-I İSTANBUL'DA KAĞITHANE

Kagithane-Vasilaki Kargopulo-1875.jpg

Kagithane-Vasilaki Kargopulo-1875.


Kuzey-batıdan güney-doğuya doğru hemen bir-birine paralel olarak akan Kağıthane suyu ile Ali Bey suyu arasında Istıranca Dağları’nın bir bölümü vardır ki bu bölüm Silahtar Ağa’da bulunan iki suyun toplandığı yerde son bulur. Bu bölümün güney tarafının sonunda birisi Kağıthane deresinin sağında ve diğeri Ali Bey deresinin sağında olmak üzere iki yer vardır ki birisine Kağıthane diğerine Ali Bey Köyü denilmektedir. Bunlardan Kağıthane köyü Bebek’in, Ali Bey köyü, Arnavut Köyü’nde Akıntı Burnu’nun tamamiyle batısında bulunur.
Kağıthane köyünden geçip meridyen çizgisi Kasımpaşa’da bulunan Bahriye Nezareti’nin bulunduğu divanhaneden de geçer.
Kağıthane deresi Cendere Boğazı’nda Ayaz Ağa suyunu aldıktan sonra bir miktar poyraz yönünde gittikten sonra yön değiştirerek yıldız-karayel yönünde akar. Sonra sola doğru bükülerek tekrar birinci yönü alır ki, işte bu noktadan Silahtar Ağa’ya kadar ilkbaharda izlenilmeye değer şairane manzara oluşur. Bu kısmın Kağıthane köyünden Hünkar Kasrı’na  kadar olan parçasına İçeri Kağıthane ve Hünkar Kasrı’ndan denize kadar Dışarı Kağıthane denilir ki son tarafı çayır ve ağaçlıkları özellikle kenarlarındaki dik bayırlar gerçekten ilkbahara özgü bir cennet gibidir.
Fakat kış mevsiminde dağlardaki çimenlikler bir taşlığa dönüşür.
Dağlardan yansıyan sıcaklık Kağıthane vadisini doldurarak tahammül edilemiyecek bir duruma getirir. Ancak bunu izleyen sonbahar mevsimi bu vadide tekrar güzelliği geri getirerek bitkileri ve meyvaları çoğaltır.
Ali Bey köyü, Silahtar Ağa’nın kuzeyinde ve Çoban Çeşmesi mesiresinin güne-yinde bulunan bir yer olup Kağıthane gibi yoğurdu ile tanınmıştır. Fakat Kağıthane tarafına eskiden tarihlerde yazılacak derecede önem verilmemesi bu tarafın önemini azaltarak halkı Kağıthane tarafına yöneltmiş ve Ali Bey taraflarını hiç görmemiş pek çok Kağıthane’li bulunmaktadır.
Bu vadi ilkbahara özgü çayır güzelliğine sahip ise de Kağıthane gibi poyraz tarafından yol bulamadığından Kağıthane yönünden geçen rüzgar bu vadinin üstünden atlayarak buralara ferahlık veremez.
Kış mevsiminde Kağıthane vadisinden geçen poyraz rüzgarlarının kuvvetli etkisi kayda değerdir. Bu vadi ile Boğaziçi bir-birine paralel olduğundan bu iki yönden gelen kuzey rüzgarları  yaz mevsiminde İstanbul’un sıcaklığını oldukça değiştirir. Kuzey rüzgarları kesilip de lodos rüzgarlarının hakim olduğu yaz mevsiminde gönül okşayan İstanbul şehri sıcak memleketlere benzer. O mevsimlerde Ilıman ülkelerden olduğunu isbatlamak için özellikle çok şahit gerekir.
Kağıthane semtine gitmek için üç yol vardır. Bunlardan birincisi denizden, diğer ikisi karadandır.

Deniz Yolu İle – Eyüp ve Kara Ağaç önünden geçerek Silahtar Ağa ve buradan Kağıthane hünkar kasrına kadar uzanır ki  bu yolda halk genellikle kayık ve sandallar ile dağınık olarak giderlerse de geliş birlikte olduğundan pek sevimli ve zevkli olur.
Kara Yolundan Birincisi – Kağıthane, Silahtar Ağa ve Bahariye’den geçerek Eyüp’e ve buradan çeşitli yönlere gider.
İkincisi – Kağıthane köyünün karşusında düşgün yapılan şosedir (149) ki Şişli’ye kadar gelerek, sonra birisi Beşiktaş semtine ve diğeri tramvay hattını izleyerek Beyoğlu ve Galata’ya kadar gelir. Bu yol Beyoğlu ve Beşiktaş halkının Kağıthane yoludur ki diğer yollara göre daha kalabalıktır. Çünkü karşı tarafın halkının ve özellikle yabancıların ge-zintisi sadece ilkbaharda olmayıp sonbaharda da uygun havalarıda bu yol üzerindedir.
Şose: Kırma taş ve kum kullanılarak yapılmış yol.

Burada bulunan cami 1722 yılında Sultan Üçüncü Ahmed Han hazretlerinin sadrazamı ve şerefli damadı bulunan İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sadabad binası da bu vezirin gayretiyle düzenlenmiştir.
1791 yılında mekanı cennet olsun Sultan Üçüncü Selim Han hazretlerinin şahane himmetleriyle burası tümüyle yenilenmiştir.
1809 yılında Adil Sultan Mahmud Han hazretlerinin emirleri üzerine çağlayanlar,  kasırlar, saray ve cami ile minare yeni şekilde düzenlenmiş ve süslenerek ayrı hatib ve müezzinler de tayin olunarak camiye bir de kürsü konulmuşturp
Kağıthane’nin Sultan Süleyman Han zamanında da mesire yerlerinden olduğu Peçevi tarihinde kayıtlıdır.

PADİŞAHIN ALAYLA KÂĞITHANE'YE GELİŞİ

Araba ile Kağıthane'ye gidenler.


Kâğıthane'ye yalnız halk değil, bazen devrin sultanı da maiyet erkânı ile birlikte eğlenmeye gelirdi. Ancak onların geliş ve gidişleri, özel bir törene bağlı idi. Özellikle Lâle Devri'nde Sâdâbâd'da sık sık ileri gelen devlet erkânının katıldığı ziyafetler verilmekte, toplantılar düzenlenmekteydi. Bu ziyafet ve toplantılara katılacaklar için önceden davetiye hazırlanırdı. Sadece devlet yöneticileri davetiyesiz gelme hakkına sahiptiler. Şeyhülislâm, reîsülküttâb ve yeniçeri ağası hariç diğerleri kethüda bey tarafından ziyafete davet edilirlerdi. Bugünkü resmî ziyafet ve toplantılarda olduğu gibi, o zaman da bir kıyafet zorunluğu konulmuştu: Samur kürk ve ferace giyilmesi zorunluğu her ziyafette yürürlükteydi.
Sultan ÜçüncüAhmed'in saltanatı sırasında padişah Kâğıthane'ye şu şekilde gelirdi: Önde bîr kılavuz: Kılavuzun görevi adından da anlaşılacağı gibi padişah ve maiyetine yol açmaktır. Halk, onu,, görünce hemen iki yana sıralanıp beklemeye başlardı. Kılavuz çavuşun hemen arkasından ise Dergâh-ı Âlî çavuşları, silâhdar ağaları, sipahi ağalar ve rikâb-ı hümâyûn mensupları gösterişli kıyafetlerle geçerler. Bunlardan sonra padişahın gümüş takımlı, sırma işlemeli, yağız küheylânının üstünde ilerlediği görülür. Çevreden «Padişahım çok yaşa» sesleri yükselmekte, alkışlar birbirini takip etmekte, dallarından koparılmış taze bahar çiçekleri atının ayaklan altına atılmaktadır. Padişah bütün bu tezahürata, sevgi gösterisine, tebessümle cevap verdikten sonra, devlet erkânının kendisini beklediği Mirâhûr köşküne doğru yoluna devam eder, arkasından gelen ve sayıları beş yüzü geçen dal-fesli(üzerinde sarık bulunmayan fes)mehter takımı bu muhteşem alayın son halkasını teşkil ederdi.
Padişahın Sâdâbâd'a saltanat kayığryle gelmesi, Kâğıthane'deki halkın ilgiyle izlediği bir diğer büyük olay olurdu. Derede başlarında büyük saltanat kayığı olduğu halde aheste yol alan, irili ufaklı kayık konvoyundakilerin makamı, rütbesi, bindikleri kayığın kürek sayısına göre hemen anlaşılır, deredeki öbür vasıtalar kenara çekilerek bu muhteşem korteje yol verirlerdi.


LÂLE DEVRl'NDE KÂĞITHANE


Kağıthane deresi.


Lâle Devri'nde Kâğıthane'nin baştan başa imar edildiğini ve derenin iki kenanna çeşitli isimler taşıyan 50'ye yakın kasnn inşa edildiğini görüyoruz. Devrin padişahı Sultan ÜçüncüAhmed, sanatkâr ruhlu bir insandı. Pasarofça anlaşmasından sonra, ülkenin dış sorunları kısmen de olsa ortadan kalktığından padişah kendisini tamamen sanata ve eğlenceye vermişti, İstanbul'un dört tarafı her biri başlı başına birer şaheser olan ve yapıldıkları devrin Türk sanatının usta izlerini taşıyan çeşmeler, sebiller, kasırlarla süsleniyor, şehirdeki değerli ve tarihî yapılar arasına durmadan yenileri ekleniyordu. Kâğıthane de bu imar faaliyetinden nasibini aldı. Devrin sadrâzamı Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa, Kâğıthane mesiresinin en güzel yerinde Humbarahane'den 600 metre uzaklıkta Paris'teki Versaîlles sarayının köşklerini andıran bir kasır inşa ettirdi. Bazı tarihlerde, sadrâzamın bu kasır yaptırmak için Kâğıthane deresinin yolunu değiştirdiği söylenirse de, bu iddianın doğruluk derecesini saptamak mümkün olamamıştır, inşası 60 günde biten ve önünde gayet büyük bir havuzu, çağlayanları bulunan kasır, padişaha hediye edildiği zaman Sultan ÜçüncüAhmed son derece memnun oldu ve kasrın eb-cet hesabıyla tarih mısrasını kendisi söyledi:
«Mübarek ola Sultân Ahmed'e devletlu Sâdâbâd».
Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa, daha sonra lâle bahçelerinin imarına hız verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda bir devre adını veren lâle yetiştirme merakı, koca İstanbul'da almış yürümüş, şehrin birçok yerlerinde geniş lâle bahçeleri yapılmıştı. Buralarda ve Kâğıthane'de yetiştirilen lâlelerin cinsleri çok arttı. Bu artışa paralel olarak, fiyatları da korkunç bir yükseliş kaydetmişti. Şehbânû, Dürr-i beyzâ, Câm-ı Safa, İbrahimî, Çerâğ-ı aşk, Füsun, Bahar, Mihr-i Safa, Necm-i Safa, Câm-ı Cem, Ateş-pare, Fem-i Handan, Dil-bende, Mihribân v.s. adlarını taşıyan ve 839 çeşidi bulunan lâleler, bin altına alınıp satılıyordu. Sonunda Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa lâle karaborsasını önlemek için yetiştirici elinde bulunan lâle sayısını tesbit etti ve narh koydurdu.

ŞAİR NEDÎM'İNDİLE GETİRDİĞİ GÜZELLİK


Kâğıthane en güzel günlerini yaşıyordu. Bir tarafta halk tatil günlerini burada geçirirken, bir taraftan padişah ve sadrâzamı, elçilere, devlet büyüklerine Sâdâbâd'da, muhteşem ziyafetler veriyorlardı. Binbir türlü eğlencenin düzenlendiği bu âlemler, geceleri de tekrarlanıyor, Kâğıthane'de mehtabın solgun ışığının aydınlattığı lâle bahçelerinde dilber-i ranâlann, ateşli cariyelerin göğe yükselen kahkahaları arasında sırtlarına mumlar yapıştırılmış kaplumbağalar dolaştırılarak kandiller düzenleniyordu. Devrin en ünlü şairi Nedim, en güzel şiirlerini buradan aldığı ilhamla, birbiri ardından yazıyordu:
O tıfl-ı nâzı gördüm rûyine hurşîd eser etmiş
Haberdâr olmamıştım sonra bildim neylemiş nitmiş
Meğer zâlim kaçıp tenhâca Sâdâbâd'a dekgitmiş...
Ancak bu zev ve sefa devri fazla sürmedi. Bu bitmek tükenmek bilmeyen eğlenceler, bir ihtilâlle sona erdi.
1730 yılında patlak veren Patrona Halil isyanı bu güzel devrin sonu oldu. Başlarında Beyazıt hamamı tellâklarından Patrona Halil ve Muslu adında iki başı-bozuğun bulunduğu sayıları hızla artan isyancı grubu, padişahtan, önce Nevşehirli İbrahim Paşa'nm kellesini istediler. Her şeye rağmen can ve taht korkusu sevgiye galip geldi. Yanında sadrâzamı olmadan mehtap safası yapmayan ve onsuz bir eğlencenin hoşuna gitmediğini ona yazdığı mektuplarla anlatan Sultan ÜçüncüAhmed, ilk iş olarak damadını, Kapdan Mustafa Paşa ve Mehmed Kethudâ'yı boğdurtarak, cesetlerini âsîlere teslim etti. Patrona Halil ve arkadaşları bu sanatkâr ruhlu adamın nâşını bir katır kuyruğuna bağlıyarak çığlıklar, haykırışlar arasında sokak sokak dolaştırdılar, sürüklüye sürüklüye parça parça ettiler. Ancak çok geçmedi, Sultan ÜçüncüAhmed de tahtından, tacından oldu. Onu tahttan eden kişiler, yerine geçen Sultan Birinci Mahmud'dan herbiri başlı başına birer şaheser olan kasır, saray ve yalıların yakılmasını istediler. Sultan BirinciMahmud, çok güç durumda kalmıştı. Gönlü bu güzel sanat eserlerinin mahvına razı değildi. Ancak yapabilecek hiç bir şey yoktu. Bu yüzden üzüntü içinde :
"— Rızam yoktur yanmasın, ancak yıkılsın"dedi.

KÂĞITHANE'DEKİ KASIRLARIN SONU

Bu söz, kasırların, lâle bahçelerinin, yalıların sonu oldu. Kâğıthane'de bir ölüm rüzgârı esmiş gibiydi. 3 gün içinde yalnız burada bulunan Sâdâbâd değil, Ferahâbâd, Şerefâbâd, Mihrâbâd, Hüsrevâbâd kasırları yerle bir olup, içlerinde ne var, ne yok yağma edildi. Lâle bahçeleri, bu amansız güruh tarafından çiğnendi. Asîler, sağlam tek bir kasır bırakmadılar, taş üstünde taş koymadılar.
3 gün sonra Kâğıthane bir enkaz yığını halindeydi. Def, saz ve rebab sesleri işitilmez olmuş, kalabalığın neşeli gürültüsünün yerini, derin bir sessizlik almıştı. Bu sessizlik, Sltan ÜçüncüSelim devrine kadar sürdü. Ancak Sultan ÜçüncüSelim ve Sultan İkinciMahmud zamanında buralarda inşa edilen yeni kasırlar, yenidendüzenlenen bahçelerle Kâğıthane tekrar mesire halini aldı. Ancak Lâle Devri'ndeki eski ihtişamından çok uzaktı artık.
Yüzyılımızın başına kadar İstanbul'un en gözde mesiresi sıfatını koruyan Kâğıthane bugün artık şair Nedîm'in mısralarında kalan eski bir efsane olmuştur..

GÖKSU MESİRESİ


Gidelim Göksu'ya bir âlem-i âb eyleyelim
Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim
Bize bu tâliimiz olmadı yar neyleyelim
Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim.
İstanbul'un Kâğıthane'den sonra en güzel mesiresi Göksu'ydu. Boğaz'ın Anadolu yakasında bulunan bu mesire, özellikle kadınların rağbet ettiği bir yerdi. Haziran ayından eylül sonuna kadar Göksu, tatil günleri buraya gelenlerle dolup taşardı.
Göksu mesiresi, Göksu ve Küçüksu derelerinin aktığı alana verilen isimdir. Bu iki nehir arasında kalan Küçüksu çayırı mesirenin en işlek yeridir.
Evliya Çelebi, Göksu hakkında şunları söylüyor:
«Göksu mesiresi, âb-ı hayat misali bir nehirdir ki, Alemdağları'ndan cereyan edip gelir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü vardır. Cümle erbâb-ı safa bu nehirden kayıkları ile ileri ferahfeza köylere varıp, ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler. Bu mahalden bir gûna toprak çıkar ki, ondan üstadları çeşit çeşit çanak, çömlek ve testi yaparlar.»
Göksu'da, Kâğıthane eğlencelerinin aynı, yalnız biraz daha küçük olarak tekrarlanırdı. Buraya gelenler, derede kayıklarla gezinti yapmaktan kendilerini alamazlardı. Derenin Dört Kardeşler mevkii kayıkla gidilebilen en son yerdi. Yaklaşık olarak bir kilometreyi bulan bu mesafe derenin sandallar, piyadeler, iki, üç çiftelerle dolu olması yüzünden 3 - 4 saatte ancak alınırdı, İstanbul'da bulunan yabancı elçilerin hanımları ve yakınları da çoğunlukla gezinti için Göksu'yu tercih etmekteydiler.

Göksu ve Küçüksu dereleri arasındaki bu verilmi mesirenin diğer bir özelliği de mısırdı. Yaz aylarında çayırın Hisar yönündeki sahilinde büyük kazanlar içinde pişirilen mısırlar, hem derede kayık sefasında, hem de çayırda ağaç diplerinde oturanların eğlenceleri sırasında dumanı üstündeyken yenirdi.

Mesire-03 Goksu.jpg

Göksu deresi.

1896 YILINDA YAZILMIŞ MİRAT-I İSTANBUL'DA GÖKSU

Göksu adı ile tanınan mesîre, Küçüksu ve Göksu isimlerindeki derelerin ortasında dikey ve derelerin sürüp getirdiği alüvyonlardan oluşan Küçüksu Çayırı ile bostanlardan ve Göksu'nun denizden yaklaşık bir kilometre içerisine kadar olan kıyıdaki güzel ağaçlık alanlar ile çayırlardan ibarettir.
Bu vadiyi kuşatan ağaçlar çok dik oldukları gibi birbirlerine yakın olduklarından bu iki dere özellikle asıl mesire olan Göksu vadisi rüzgarından korunmuş olduğu için bahar mevsiminde oluşturduğu yumuşaklık ve huzur ile zevk ve sefayı celbedici derecede olması ve yaz mevsiminde ve özellikle lodos estiği zamanlar oluşan değişiklik, gene burasını ziyaretçilerden eksik bırakmamakta ve hele yaz mevsimindeki seyircilerin sayısı aşırı çoğalmaktadır.
Bu derelerden güneyde olan Küçüksu, güney doğudan kuzey batıya akmakta olup uzunluğu yaklaşık olarak 6,5 kilometre kadardır. Bu dereye soldan iki su daha karışır ki, bu suretle başlıca üç koldan müteşekkil bir dere demekdir.
Gerek Küçüksu ve gerekse Göksu, kuzey doğudan güney batıya uzanan Alemdağı'nın içerisinde olduğu sıradağın kuzey batıya yönelik olan eteklerinden doğarlar.
Hekimbaşı Çiftliği'nde sona erip iki tarafı düzenli ağaçlarla bezenmiş ve (2,5) iki buçuk kilometre kadarı dere boyunca giden cadde, bu suya büyük bir zariflik vermekte ve ağaçların oluşturduğu manzara Göksu Deresi'nde birçok yerlere nisbet yapar. Bazen de üstün olur ise de, suyunun azlığı ve yatağının kumlarla dolu olması, kayıkların seyrine engel olduğundan kıyıdaki verimli arazi, bostan ve bahçelerle doludur. Oluşturduğu güzellik gözden kaçmaz ve zevk sahibi kişiler için seyredilecek yerlerdendir.
Bu nehrin yatağının temizlenmesi ile sandalların seyri mümkün olabildiğindan az bir yardımla sonuç alınabilir. Küçüksu Deresi, Göksu'dan bir küçük tepe ile ayrılmıştır ki uzaklığı Hünkar Kasrı’nın arkasındaki çayırın sonundan başlayan bayırdan itibaren Alem Dağı tepelerine kadar 6 kilometredir. Küçüksu Çayırı denilen yerin deniz kenarı kısmında bir Hünkar Kasrı vardır ki büyüklüğü diğer kasırlara nisbeten küçük ise de, mimari tezyinatı ve Boğaziçi'nin dar yerlerine tesatüf ettiğinden Rumeli ve Anadolu yakasının güzelliğinin oluşturduğu manzaranın merkezinde olması önemini çok yükseğe çıkartmaktadır.
Hünkar Kasrı’nın arkasında bir cami ile bir de karakol mevcuttur. Bunlar küçük bir ağaçlık haline dönüşmüş bir koruluk içerisinde olduğundan, ağaçların içerisindeki minaresinin Küçüksu vadîsinden görünümü güzel bir manzara oluşturur.
Buradaki Hünkar Kasrı’nın kuzeyindeki çeşme ecnebilerin bile dikkatini çektiği gibi fotografları çekilip, İstanbul’un mimari eserlerini anlatan dergileri süslemektedir.
Kandilli tarafından gelen yol Küçüksu Deresi'ni ahşap bir köprü ile geçer ki bu köprü ile çevresindeki bostanların kirliliği ve özellikle çıplaklığı burasının güzelliğini etkilediği gibi çayırın da ziyan olmasına neden olmuştur.
Bu bostanların çayır, bahçe ve koruya dönüştürülmesi ile bu köprünün taştan ve süslü olarak yapılmasını, zevk sahibi kişiler her an ve her zaman arzu etmektedir.
Göksu Deresi, Küçüksu gibi hemen hemen düz bir hat şeklinde olmayıp kaynağından başlayarak üçte birinden fazla kısmı göney-doğudan kuzey-batıya ve ortası ile yaklaşık dörtte biri kuzey-doğudan güney-batıya ve daha aşağı kısmı ise, çoğu kısmına ters olarak denize ulaşır. Denize ulaştığı tarafında birkaç yüz metrelik kısmı, orta kısmına paraleldir. Bu nedenle, Göksu Deresi üç kez kırılır ki, aşağı kısmı, orta kısmına diktir.
Bu derenin yatağı üç ayrı hattan oluşup, sağ taraftan ve dik olarak kırıldığı noktadan orta kısmına paralel olarak akan bir dere halini alır ki bu derenin uzunluğu 2,5 kilometre olup Göztepe tarafındaki tepelere ait altı adet derenin toplandığı hattan oluşur.
Orta kısmı ise 2 kilometre kadar olup soldan iki kolu vardır. Aşağı kısmının ancak sağ tarafta bir kolu vardır ki bu kol testi imalathanesinin bulunduğu çayırın boyunca akar.
Bu derenin kollarından çoğu kuraklık mevsiminde kuru iseler de yağmur mevsiminde dereyi çok müthiş bir surette akıtacak derecede suya sahiptir. Kısacası Göksu Deresi vadisinin bulunduğu havzanın eğik düzleminin yüzeyi epeyce geniştir. Bundan dolayı Göksu iki parçaya bölünmüş ve oniki hattan oluşmaktadır.
Küçüksu'yu bir köprü ile geçen yol Göksu'yu da denize aktığı yerin yakınında bir ahşap köprü ile geçerek Anadolu Hisarı bölgesine ulaşır ve deniz kenarına paralel olarak devam eder. Bu derenin aşağı kısmı asıl mesîreyi oluşturur ki soldaki kısmında Baruthane Çayırı bulunduğu gibi bir karakol ve bir cami ile bir de değirmen vardır.
Sağındaki kısmı ise daha geniş bir çayır ile genişçe bir ağaçlıktan ibaret olub testi fabrikaları buradadır. Her ne kadar güzel değil ise de Göksu testisinin ünü vardır.
Testiden başka saksı da yapılır. Derenin sağı ve solundaki mesireler birbirine ahşap bir köprü ile bağlıdır.
Burasının güzelliğini de kaçıran, testi satıcılarının pisliği ile bostanların çirkinliği ve çıplaklığıdır.
Göksu da Küçüksu vadisi gibi temizlenmeye ve imara çok uygun olup, imar edildiğinde eşi bulunmaz ferahlık veren ve benzersiz bir yer olacağı şüphesizdir.
Derenin getirdiği çamur ve enkazdan deniz tarafı dolmakta olduğundan Anadolu Hisarı’nın dere tarafındaki deniz kısmı gemilerin geçmesinin mümkün olamıyacağı bir duruma gelmiş ve temizlenmediği takdirde çok sığ olan bu yerlerin ilerde bir [delta] hâlini alacağı görülmektedir.
Küçüksu mesiresinde zaten eskiden ahşap bir iki kasır varken mekanı Cennet olsun Sultan Birinci Mahmud Han hazretleri bu gezinti yerine rağbet ettiğinden, devrinin sadrazamı olan Divitdar Mehmed Paşa burayı yenilemeye çalışarak gene ahşap olmak üzere sekiz yüz kırk zîrâlık (840cmx65cm=54600cm [546m]) bir arsa üzerine bir kasır yaptırmıştır.
Bu Hünkar Kasrı arasıra tamir olunduğu gibi mekanı Cennet olsun Sultan Üçüncü Selim Han ve Adil Sultan Mahmud Han’ın padişahlığı zamanlarında da yenilenerek tamir edilmiştir.
Bu kasır 1856 yılında, yani Abdülmecid Han’ın padişahlığı zamanında da mükemmel bir şekilde tamir edilmiştir.

GÖKSU KASRI

Kucuksu-Christian Peter-1870.jpg

Kucuksu-Christian Peter-1870.

Kucuksu Kasri Denizden.jpg

Göksu kasrının günümüzdeki görünümü.

 

Göksu mesiresini süsleyen bir sanat eseri olan Göksu (yahut Küçüksu) kasrı, 1856 yılında Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmıştır. Daha önceleri burada ahşap bir köşk bulunuyordu. Bu köşk, 1752 yılında Sadrâzam Divitdâr Emin Mehmed Paşa tarafından yaptırılmış ve devrin sultanı Birinci Mahnıud'a hediye edilmişti. BirinciMahmud pek beğendiği bu kasırda saltanatı boyunca Arabî ayların birinde gelip kalır, kaldığı süre içinde de sık sık civarda gezintiler yapardı. Sultan ÜçüncüSelim ve İkinciMahmud zamanında onarılmasına rağmen yıkılmaya yüz tutan bu köşk sonunda Abdülmecid tarafından yıktırılıp yerine bugünkü saray inşa edildi.

Kucuksu-Vasilaki Kargopulo-1870.jpg

Kucuksu-Vasilaki Kargopulo-1870

Kucuksu Cesmesi.jpg

Çeşmeningünümüzdekigörünümü.

Küçüksu'da bulunan ve Padişah ağacı adı verilen, ulu dalları göğe doğru uzanmış bir ağacın altında, halktan herhangi birisinin oturmaması gelenek haline gelmisti. BirinciMahmud ve ondan sonra gelen padişahlar Küçüksu'ya geldikleri zaman bu ağacın altına bir halı serilir, padişah burada dinlenirdi. Göksu'yu seven Osmanlı padişahları arasında Sultan Dördüncü Murad ve Sultan Üçüncü Selim de bulunmaktaydı. Bu iki padişah yalnız mesirede dinlenmekle kalmaz, ayrıca civar tepelerde ava da çıkarlardı.

Mesire-11 Kucuksu Gravuru.jpg

Çeşmenin eski bir gravürü.

Kasrın yanında bulunan diğer bir yapı da Küçüksu çeşmesiydi. 1806 yılında Sultan ÜçüncüSelim'in annesi Mihrişah Valide Sultan tarafından yaptırılan bu çeşmeden mesireye gelenler faydalanırlardı. Nitekim, Küçüksu çeşmesinin geçmişteki halini gösteren gravürlerde bu durum açıkça görülür. Çeşmenin etrafı sıcak yaz günlerinde bir insan kalabalığı halindedir. Bir tarafta yaldızlı arabalar içinde kadınlar, öbür tarafta fesleri yana eğilmiş, kaytan bıyıklı, çapkın bakışlı gençler... Arada bir eğilip çeşmeden su içenler. Ancak bütün bu kalabalığa rağmen, Göksu mesiresinde tarih boyunca tek bir olayın çıkmadığını, buradan bahseden eserler kaydetmektedir.

Mesire-01 Kücüksu.jpg

Göksu çayırında bir mesire.

Sonbaharın müjdecisi olan eylül ayında Göksu mesiresinde başka bir canlılık görülür. Buna sebep, burada bulunan ve «Panaiya» adını taşıyan Ayazma idi. Her yıl eylülün sekizinci günü İstanbul'da bulunan Ortodoks Rumlar, bu ayazmayı ziyaret için Göksu'ya gelirler, ziyaretten sonra da Küçüksu cayırında dinlenmeden edemezlerdi.

Kucuksu-Paskal Sebah-1865.jpg

Kucuksu-Paskal Sebah-1865

Kâğıthane'nin mesirelikten çıkmış olmasına karşılık Göksu, bugün önemini eski günlerdeki kadar olmasa bile yine korumakta, yaz günleri halk burada piknik yapmaktadır. Asırlardan beri devam-edegelen mesirenin bir özelliği de mısırdır. Gelenek haline gelen haşlama mısırı, Küçüksu'ya gidenler büyük bir istekle arar, yaz aylarında sıra şıra kazanlarla mısır kaynatılırdı.


(Devam edecek)


Kaynaklar:

1-İstanbul'un Mesireleri; Ertan Önal, Hayat Tarih Mecmuası, 1969, Ekim, S-55-61

2- "Mir'at-ı İstanbul" Mehmed Raif

____________________________________________________________________________________

Eski Istanbulda Dayak

ESKİ İSTANBUL'DA BERBERLER

ESKİ İSTANBUL'DA OYUNLAR

ESKİ İSTANBUL'DA ARABALAR VE ARABACILAR

ESKİ İSTANBUL'DA BAKKALLAR

ESKİ İSTANBUL'DA TULUMBACILAR VE YANDAN ÇARKLI İTFAİYE VAPURLARI

ESKİ İSTANBUL HAYATINDA ÇİÇEK VE ÇİÇEKÇİLİK

Çayın Tarihi ve Çay Türkiye'ye Nasıl ve Ne Zaman Geldi?

Tütün ve Enfiye İstanbul'a Ne Zaman Geldi? Eski İstanbul'da Kahveler

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 13)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 12)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 11)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 10)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 9)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 8)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 7)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 6)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 5)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 4)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 3)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 2)

Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 1)

Eski İstanbul (Bölüm 28) SON Eski İstanbul (Bölüm 27)

Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 25)

Eski İstanbul (Bölüm 24) Eski İstanbul (Bölüm 23) Eski İstanbul (Bölüm 22) Eski İstanbul (Bölüm 21)

Eski İstanbul (Bölüm 20) Eski İstanbul (Bölüm 19) Eski İstanbul (Bölüm 18) Eski İstanbul (Bölüm 17)

Eski İstanbul (Bölüm 16) Eski İstanbul (Bölüm 15) Eski İstanbul (Bölüm 14)

Eski İstanbul (Bölüm 13) Eski İstanbul (Bölüm 12) Eski İstanbul (Bölüm 11)

Eski İstanbul (Bölüm 10) Eski İstanbul (Bölüm 9)

Eski İstanbul (Bölüm 8) Eski İstanbul (Bölüm 7) Eski İstanbul (Bölüm 6)

Eski İstanbul (Bölüm 5) Eski İstanbul (Bölüm 4) Eski İstanbul (Bölüm 3)

Eski İstarbul (Bölüm 2) Eski İstarbul (Bölüm 1)   Nusretiye Camisi

   İstanbul Namazgâhları-6   İstanbul Namazgâhları-5   İstanbul Namazgâhları-4

   İstanbul Namazgâhları-3   İstanbul Namazgâhları-2   İstanbul Namazgâhları-1

   Yeni Cami Hünkâr Kasrı   Cami Alemleri   Sadaka Taşları

   Eb-ced Hesabı ve Tarih Düşürme   Sıbyan Mektebleri

   Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 3)   Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 2)

   Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 1)


Çeşitli Konular

Bu bölüm çeşitli tarihi konulara yer verilecektir. İlk olarak zaman içerisinde bütün İstanbul'daki tarihi eserlin tahrib olmasına sebep olan "İstanbul Depremleri" yazısı verilmiştir.

© 2011-2019 | H.Veysel Güleryüz